Heybeliada Sanatoryumu
Takvimler 1923 yılını gösterirken 9 yılı aşkın süredir devam eden bir savaşın sisli perdesi ardında Cumhuriyet henüz kurulmuştu ve ülkenin dört bir yanında sıkıntılar belirmeye başlamıştı. Bunların en tepesinde, ölümün kaptanı olarak anılan, avını açlığın, yorgunluğun, bitap düşmüşlüğün koynunda bekleyen ‘ince hastalık’ diye bildiğimiz verem vardı. Halk arasında vereme ‘üzüntünün’ sebep olduğu sanılırdı. Umutsuz aşıklar birbirlerine kanlı mendillerini gösterir, ‘Senin için kan kusuyorum.’ derlerdi. O yıllar, vereme iyi geldiğine inanılan yaygın bir efsane vardı: Çam kokusu ve deniz havası. Yıllar içerisinde, bu inanışla Avrupa’da bunun için uygun yerlerde sanatoryumlar açılmıştı. Bu özel hastanelerde temel ilke havası temiz huzurlu bir ortamda istirahat, düzenli ve sağlıklı beslenmeydi. Türkiye'nin bu tanıma uyan gizli hazinesi ise Heybeliada'ydı. Bu hazineyi ilk keşfeden de Dr. Server Kâmil adında bir halk kahramanı oldu. Böylelikle 15 Ağustos 1924 yılında, Atatürk’ün emriyle Heybeliada’nın Çamlimanı mevkiine, İsviçre’deki Davos Sanatoryumu örnek alınarak ‘Heybeliada Sanatoryumu’ kuruldu.
Yapının ilk halinde yalnızca 16 yatak vardı. Az kişiye hizmet verilmesine rağmen sonuçlar inanılmazdı. Araştırmalar her yönüyle ada ikliminin eşsiz olduğunu gösteriyordu. Hatta dönemin baş hekimi Dr. Tevfik İsmail Gökçe’ye göre burası Davos’tan dahi şifalıydı. İlk yoksulluk yıllarında hastane sobayla ısıtılıyordu. Su, tulumbayla sarnıçlardan çekiliyor, elektrik ancak akşamları birkaç saatliğine verilebiliyordu. Geçen üç yılın ardından, hastane 1927’de röntgene kavuştu. Artık hastalığın erken teşhisi mümkündü fakat ilerlemiş vakalar hala kurtarılamıyordu.
1939 yılı itibariyle, işler dünya için değiştiği kadar Türkiye ve sanatoryum için de değişti. Türkiye her ne kadar, İkinci Dünya Savaş’ına katılmasa da sosyal ve ekonomik sıkıntılar yaşamaktan kurtulamadı. Yaşanan derin yoksulluk yüzünden her on kişiden birine verem teşhisi konulmaya başlanmıştı. Veremi yenme gayesiyle 1940’ta ek binalar inşa edilerek sanatoryum büyütülmeye başlandı. Eklenen yatakların yanı sıra, idare binaları ve hemşire lojmanlarının da ilavesiyle imkânlar daha da genişletildi. 1947’de inşa edilen kadınlar koğuşu itibariyle hastane 16 olan yatak sayısını 640’a kadar çıkardı. Streptomisin antibiyotiğinin de bulunmasıyla Cumhuriyet, vereme karşı bir savaş başlattı. İşte bu mücadelenin merkezi ve Türkiye’nin ilk pandemi hastanesi Heybeliada Sanatoryumu olacaktı.
1960’ların sonunda dek süren bu mücadelesiyle veremi salgın hastalık sıfatından çıkarmayı başardı ve bu başarı, dünya sağlık örgütlerince takdir edilip örnek gösterilir oldu. Süreç boyunca, hiçbir masraftan kaçınılmadan günde 4 öğün yemek yanında et, süt ve bal servis edildi. Her hastanın kendi odası ve balkonu vardı. Hatta hastaların kendilerini toparlaması amacıyla, bir rehabilitasyon merkezi dahi kuruldu. Ustalar aracılığıyla hastalara ayakkabıcılık, fotoğrafçılık, heykeltıraşlık gibi kurslar veriliyor, birçokları zanaat öğrenip meslek sahibi bile olabiliyorlardı. Haftada bir kez olmak üzere moral günleri düzenleniyor, ya sinema gösterimi yapılıyor ya da konser veriliyordu. Yıllar içerisinde İsmet İnönü, Rıfat Ilgaz, Ece Ayhan gibi birçok bilindik ismin yolu da buraya düşecekti.
1980 yılının ardından rüzgâr tersine döndü. Sağlık politikasının değişmesiyle verem, devletin bakmakla yükümlü olduğu bir hastalık olmaktan çıktı. Devlet desteği kesildi ve sanatoryum kendi ihtiyaçlarını kendi gelirinden karşılamak zorunda bırakıldı. Bu ağır yükü kaldırmakta hayli zorlanan hastane, yavaş yavaş çökmeye başladı. Hasta bakımı eskisi gibi yapılamıyor, cihazlar eksik olduğu için tedaviler yetersiz kalıyordu. 1999 yılına kadar, sanatoryum kendi imkanlarıyla ayakta kaldıysa da 17 Ağustos depreminin ardından hastane büyük hasar gördü. Çatılar hasar gördü, duvarlarda çatlaklar meydana geldi. İncelemeler sonrası, binanın hasar görmesine rağmen tehlike arz etmediğinin belirlenmesi üzerine hastane tekrar kullanıma açıldı.
2005 yılı itibariyle, Sağlık Bakanlığı tarafından hastanenin kapatılacağı bildirildi. Kapatılma sebebi olarak ise deniz yoluyla ulaşım zorluğu ve yeterli hasta bulunmaması gösteriliyordu. Böylelikle, personel ve hastaların bir kısmının Süreyyapaşa Göğüs Hastalıkları Hastanesi’ne sevk edilmesi, kalanının taburcu edilmesiyle 30 Eylül 2005 tarihinde, Heybeliada Sanatoryumu kapılarını ebediyen kapadı. Bugünlerde ise geleceği belirsiz, gözlerden saklı, devam eden bir davanın tartışma konusu...
Yorumlar
Yorum Gönder